Niye?
Bazı insanlar için yalnızca bir kelimeden ibaret olabilecek bu soru, kendi hayatımda çocukluğumdan bu yana, her süreçte zihnimin derinliklerinde ve en merkezinde yer tutmuş, sorgulamanın anlamını getirmiştir bana. “Niye? ‘Ben niye varım?’ sorusu ile zihnime düşmüş, ‘Bu hayatın anlamı ne, yaratılış niye?’ sorgusunun varlığı ile birlikte benliğimde, yalnızca bir kelimeden çok daha fazlası olarak hâl almış, derinlerime işlemiş bir kelime… Zaman içerisinde bu kelimeyi hayatımın merkezine aldıkça benlik algımın genişlediğini, beni özüme yakınlaştırdığını idrak ettiğimde, hayata bakışımın kökten değiştiğini gözlemledim.
Yaşamımız boyunca kendi varlığımızı, kendimize ve çevremize kanıtlamak için benliğimiz üzerine etiketlerle dolu bir kılıf takınırız… ve zamanla bizi yansıtacak bu kılıfı öz benliğimiz zannedebiliriz. Başkaları üzerinden edindiğimiz öz değer ve öz kimlik tanımları ile birlikte üzerimize bir bir etiketlenmiş sıfatlardan oluşan kılıklara girer, yarattığımız kılıfların arkasındaki asıl “ben” kim unuturuz. Zaman geçer ve asla farkında olmadan tüm arayışımızı dışarıya yöneltiriz belki de…
Kaybolma eşiğine gelene kadar arayışın içeride başlaması gerektiğini bilemeyiz. Dışarıda bizden yansıyan tüm aynalara baktıkça kaybolur ve gerçeklik algımızı çarpıtırız. Kayboluşun verdiği boşluk hissini, zaman içerisinde dış etkenler ile gidermeye çalışırız ve daha kendimizi bulamamış iken, birileri bizi bulsun ve görsün isteriz… İçe dönerek uyanışın başlaması halinde ise dışarıda var olanın aslında bir rüya olduğunu anlarız. Tıpkı Jung’un söylediği gibi: “Dışa bakan rüya görür, içe bakan uyanır.”
“Dışa bakan rüya görür, içe bakan uyanır.”
CARL GUSTAV JUNG
Kendi “öz benliğiyle” tanışmamış iken birilerini hayatına, yakınına alan ve o insanları tanıdığını düşünen ve bir süre sonra da yanıldığını anlayıp tanıyamadığı insanlar ile kurduğu ilişkilerin verdiği yükün altında kaybolur insan… eğer bu yükün verdiği inanılmaz yorgunluğun anlamını fark ederse, anlam arayışı içe, öz benliğe doğru başlar.
Doğduğumuz andan itibaren anne-babamızın çocuğu, birilerinin kardeşi, birilerinin arkadaşı, birinin sevgilisi vs. derken sevdiklerimiz tarafından bir şey olmak üzere sıfatlar biriktiren ve hep birilerinin bir şeyi olarak kimlikler oluştururuz… gün sonunda tüm bu kimliklerden arındırılmış “ben” kim, bu kimlikler “niye” diye sormayı unuturuz.
Benliğimizi inşa ederken ilişkiler, meslekler gibi etkenler üzerinden edindiğimiz kimliklerin etkisi büyük olsa da, tüm bu kimliklerden sıyrılmış bir ben varlığının kim olduğunu düşünmeyiz.
Tüm sıfatlardan kurtulmuş bir ben “hiç” iken de varlığını sürdürür mü?
Benlik denilen ve kendi öz varlığımızı oluşturan, bir şeyi kendilik yapabilecek bu varoluş kaynağının, onun veya bunun “bir şeyi” olurken üstlendiğimiz kimlik değil, hiçlikte saklı olduğunu ve bir bütünü oluşturmak amacıyla yaratılmış küçük zerreciklerden oluşan, bu zerreciklerin içindeki alemi, alemin ardındaki insanın “hakikatini” keşfetmek için dışarıyı yaşadığımız kadar içeriyi de gözlemlemesi gerektiği bilincine varmak…
Her şey gelir ve geçer… Kalan tek bir gerçeklik varsa o da sensin. Benliğinin doğumuna şahit olman ve doğduğun anda bu gerçekliğe uyandığın kadar gerçeksin.
Dilerim ki benlik algımızın gerçeklik ile buluştuğu ‘otantik’ anlamlarımızla var olabilmeye…