Gün henüz ağarmaya başlarken, odasına usulca süzülen ilk ışıklar onu uyandırdı. İçinde uzun zamandır adını koyamadığı bir boşluk vardı; öyle derin, öyle sessizdi ki bu boşluk neredeyse konuşur gibiydi. Kendine bir kahve yaptı, en sevdiği hırkayı sırtına geçirip dışarı çıktı. Ayakları onu hiç düşünmeden bir patikaya yöneltti; şehirden uzak, doğanın sessiz kollarına…
Toprak yumuşaktı, sabahın nemini içine çekmişti. Hafifçe esen rüzgar yaprakları dans ettiriyor, kuşların ötüşleri bir melodiye dönüşüyordu. Derin bir nefes aldı, bu hava ciğerlerini değil, sanki ruhunu dolduruyordu.
Bir taşın üzerine oturdu ve ilk defa gerçekten dinlemeye başladı: hem dışarıyı hem de içini… Bir süre sessizce oturdu orada, zihni bir kuşun kanat çırpışları gibi geçmişe ve bugüne gidip geliyordu.
Çocukken eline aldığı bir fırça, bir kutu boya ve karşısındaki bembeyaz kağıt… Renklerin arasına karışan o saf neşe, hiç kimsenin onayına ihtiyaç duymadan kendini ifade ettiği o anlar… Zamanla o çocuk büyümüş, renkleri unutmamış ama hep birilerine güzel görünüp görünmediğini sormaya başlamıştı. İşte o anda, özünden uzaklaştığını fark etti…
İçindeki ses ona bir soru sordu: “Peki ya sen, kendin için kim oldun?” Bu soru birden yüreğini sıkıştırdı. Hayatı boyunca hep başkalarının onayını beklemişti. Kendine ayırdığı zamanlar bile sanki bir performans alanına dönüşmüştü. Oysa doğa ona başka bir hikaye anlatıyordu…
Her ağaç, her çiçek, her kuş, sadece olduğu haliyle oradaydı. Koca bir çınar gökyüzüne uzanırken, küçücük bir papatya da aynı toprağı paylaşıyor, aynı güneşe yüzünü dönüyordu. Hiçbiri diğerinden daha az değerli hissetmiyordu.
Doğanın bu sade ama güçlü dengesi, ona hiç beklemediği bir ders veriyordu: “Sen de bu dünyaya sadece varlığınla anlam katıyorsun.”
Gözlerini kapattı, güneşin tenine dokunuşunu hissetti ve o an bir karar verdi. Kendine şu sözü verdi: “Başkalarının gözlerinde değil, kendi kalbimde değer bulacağım.” Bu düşünce, içindeki boşluğu dolduruyor, ona bir özgürlük hissi veriyordu.
Yavaşça yerinden kalktı, patikadan geri dönerken ayakları daha hafifti, zihni daha berrak. Çevresindeki her detay ona bir hikaye fısıldıyordu. Kuşlar sadece ötüşmüyor, ona cesareti ve özgürlüğü anlatıyordu sanki. Rüzgarın sesi, bir zamanlar unuttuğu bir melodiyi anımsatıyor gibiydi… O an kendini, uzun zamandır görmediği bir dost gibi özlemle ve sevgiyle kucakladı.
Eve vardığında aynanın karşısına geçti. Yüzüne dikkatlice baktı, ilk kez gerçekten bir dostu görüyormuş gibi… Gözlerindeki yorgunluğu ve o derin ifadeyi gördü ama artık onları kusur değil, kendi hikayesinin bir parçası olarak kabul ediyordu.
Usulca ve nazikçe, “Sen değerlisin,” dedi. Bu iki kelime o kadar güçlüydü ki, içindeki tüm çatlakları dolduruyor, onu yeniden bir bütün haline getiriyordu.
O gece yatağa uzanırken içindeki boşluğun artık bir adı vardı: Öz’den kopuş. Ama daha da önemlisi, bu boşluğu nasıl dolduracağını öğrenmişti: Öz’e dönüş. Ve o günden sonra hayatına küçük ama kararlı adımlarla devam etti… Her gün özüne daha fazla bağlanıyor, kendini olduğu gibi kabul ediyordu.
Çünkü anlamıştı ki, gerçek değer, başkalarının gözlerinde değil, kendi özünde saklıydı!